Bediüzzaman Said Nursi Kimdir? Said Nursi’nin Hayatı, Mücadelesi ve Sözleri
Osmanlı'nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış ve ömrü sürgünlerde geçmiş olan Said Nursi 'nin bir nesle İslam'ın mesajını ulaştırabilme mücadelesi ve eserlerini kaleme alma serüveni sizlerle...
Risale i Nur Külliyatı yazarı Bediüzzaman Said Nursi kimdir? Son dönem Osmanlı âlimlerinden olup Nurculuk Hareketi'nin de kurucusu olan Said Nursi hayatı, sözleri, vecizeleri ile ümmete örnek olmuş çilekeş bir dava adamıdır. Said Nursi Sözler, Mektubat, Lem'alar, gibi eserlerinin bulunduğu Risale i Nur Külliyatı ile ardında büyük bir sadaka-i cariye bırakmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi Kimdir? Doğumu ve Gençliği
1876’da Bitlis'in Nurs köyünde dünyaya gelmiştir. Son dönem Osmanlı âlimlerinden olup, Nurculuk hareketinin de kurucusudur. Küçük yaşından itibaren ilme olan merakı sebebiyle eğitim hayatına küçüklükten başlamış oldu. İlk eğitimini, ağabeyi olan Abdullah’dan aldı. Daha çok küçük yaşlarda iken eşyaları, gördüğü doğayı ve hadiseleri inceden inceye sorgulamaya başlayan Bediüzzaman, dokuz yaşından itibaren çıktığı ilim yolculuğunda birçok ilim merkezlerine uğradı ama hiçbir yerde uzun süreli kalmadı. Üç aylık, en uzun süreli ve düzenli eğitimini, on dört yaşındayken, sonradan Doğubayazıt’taki Beyazıt Medresesi'nde, Şeyh Mehmet Celâlî'den aldı. Zeki, atak, cesur bir mizaca, keskin ve parlak bir zekâya ve güçlü bir hafızaya sahipti. Bediüzzaman’da bulunan bu özellikler kuvvetli bir iman ve ilim aşkıyla birleşince, normalde on beş yıl kadar süren klasik medrese eğitimini üç aya sığdırdı.
Zaman geçtikçe onun gösterdiği olağanüstü gelişmeyi normal görmeyen ve buna inanmayanlar tarafından münazaralar düzenlendi. Dönemin medrese âlimleri arasında gelenek olan ilmi münazaralarda gösterdiği başarı ve mütalaa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması, gibi özellikleri sebebiyle Bediüzzaman Said Nursi kendini ispatlamış oldu. Âlimlere rüştünü ispatlamış, genç yaşta ulaştığı bu ilim seviyesi, herkesi hayrete düşürdü. Anlaşılması en zor konuları bile hemen kavraması, okuduğu ve incelediği kitapları bir kere okumakla ezberine alması gibi özelliklerden dolayı “Molla Said”e, zamanın âlimleri “zamanın emsalsizi, benzersizi” anlamında “Bediüzzaman” unvanını verdiler.[1] Bu üç aylık sürede, medresede yer alan kitapların dışında, bunlara ek olarak başka kitaplar da okudu. Bu medreseden icazetini alarak Doğubayazıt’tan ayrılan Bediüzzaman, genç yaşına rağmen klasik medrese eğitiminin sınırlarını aşan engin bir birikime sahip olmuştu.
Bediüzzaman ne demek?
Bediüzzaman; Zamanın bedi'i anlamında kullanılıp, yaşadığı Zaman diliminde ilim zeka kavrayış yönünden kendisi gibi görülmedik olan kişi demektir. Kimseye benzemeyen ve zamanın ‘garib ve acaibi görülen’ demektir.
Dönemin medrese âlimleri arasında gelenek olan ilmi münazaralarda gösterdiği başarı, genç yaşta ulaştığı ilmi seviyesi ile herkesi şaşkına düşürmesi, anlaşılması en zor konuları bile hızlıca kavraması, okuduğu ve mütalaa ettiği kitapları bir defa okumakla ezberine alması gibi özelliklerden dolayı kendisine “zamanın emsalsizi, benzersizi” anlamında “Bediüzzaman” unvanı verilmiştir
Bediüzzaman unvanının başındaki "bedi" ifadesi, zaman kavramı ile birlikte zikredilmesinden dolayı, manası özelleşmektedir. Yani burada benzersiz olması kendi gibi zamanında yaşayan diğer bilgin ve alimlerle kıyasından dolayıdır.
Said Nursi’den önce de bu unvan başka alimler için kullanılmış, onların yaşadıkları zamandaki kıymetleri, bu unvan ile ortaya konulmuştur. Örneğin, Arap edebiyatının önemli alimlerinden olan Bediüzzaman el-Hemedani (v.398/1008) meşhur bir bilim adamı olan Bediüzzaman Ebu’l-İzz İsmail el-Cezeri (12.13. yy) ve bunun yanı sıra İranlı alim Bediüzzaman Füruzanfer (v.1970) gibi alimler bu unvanla anılagelmişlerdir.
İlmi Şahsiyeti
Siirt, Bitlis, Şirvan ve Tillo'dan sonra 1894'te Mardin'e geçen Said Nursi, ilmi münazaralara devam ediyor ve bir yandan da Şehide Camii'nde ders veriyordu. Hürriyet, meşrutiyet kavramlarını ve bu kavramlar etrafında İstanbul'da başlayan fikri ve siyasi mücadeleleri ilk kez burada duyan Bediüzzaman, birçok sosyal faaliyetin de içinde yer aldı. Siyasi meselelerle ilgilenmeye de ilk defa Mardin'de başladı. Said Nursi, bu tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Burada önemli bir konuya değinmek gerekiyor. Siyaset, insanı idare etme sanatıdır. İslam’ın en önemli fonksiyonu da insanın şahsında, aile yaşantısında, komşuluk ilişkilerinde, toplumsal meselelerde adaleti tesis etmek ve bu alanlarda yönetim hakkına sahip olmaktır. İnsan, insanı yeterince tanıyıp kusursuz bir adalet ve barış anlayışı ortaya koyamıyor. Çünkü hiçbir insanın bireysel ve toplumsal hayatın nesnel olmayan dayanaklarını kuşatacak bir ilmi yoktur. Bu özellik ise yeryüzünü yaratan, yeryüzünde farklı dillerde, farklı ırklarda, farklı karakterlerde insanlar yaratan Allah’a aittir. Çünkü ancak yaratan yarattığını en iyi bilir ve insan hakkındaki tüm ilimlere vakıf olmakla beraber insanın diğer varlıklarla olacak olan ilişkilerini düzenlemekte ise kusursuzdur. Dolayısıyla bu dinin âlimleri de insanın idare edilmesi konusunda Kur’an ve Sünnet’ten edindikleri bakış açısıyla gündeme dair, toplumların yönetilmesine dair fikir beyan etme hakkına sahip olan bilginlerdir. İşte, Bediüzzaman Said Nursi de bu siyasi tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri durmuyordu. Kuru meclis kavgalarının, tartışmalarının ötesinde İslam’a dair olması gereken halleri beyan ediyordu. Fakat her dönemde olduğu gibi onun döneminde de bu durumu hazmedemeyen gayri İslami yönetimlerin diktaları kendilerinde tedbir alıp Said Nursi’yi il hudutları dışarısına, Bitlis’e çıkardı. Bitlis'e giden Bediüzzaman'ın ilmi yetkinliği ve zeki kişiliği, Bitlis Valisi Ömer Paşa'nın dikkatini çekti. Ömer Paşa Bediüzzaman'a vilâyet konağında kalarak ilmi çalışmalarını devam ettirebilmesi için bir oda tahsis etti. Burada Doğu ve Batı klasikleriyle beraber, fen bilimlerine ait kitapları da içinde bulunduran konağın büyük kütüphanesi, fen bilimlerine ait en son bilgilere ulaşması için güzel bir zemin oluşturdu. Yine burada farklı gazete ve dergiler de bulunuyordu. Bu da çeşitli konularda derinleşmesi için iyi bir imkân oluyordu. Bir yandan tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, astronomi ve felsefe alanında yazılmış kitapları okurken; diğer yandan da İslam dünyasını ve Osmanlıyı yakından ilgilendiren meseleleri ve gelişmeleri de güncel haliyle takip etmeye başladı. Bu zengin kütüphanede geçirdiği iki yıl süresince, din ilimlerine olduğu kadar fen ilimlerine de vakıf oldu. Bu onun ileride İslam’a yönelik saldırıların artacağı dönemlerde ortaya koyacağı delillere de bir hazırlık aşamasıydı.
Bitlis'te bulunurken ezberine aldığı kırk kitaba ilave olarak Van'da da elli kitabı daha hıfzına aldı. Bu kitaplar muhtevası gereği sadece din kitapları değildi; din ilimleri, fen ilimleri, felsefe, tarih ve edebiyat alanındaki ünlü eserlerdi. Bu kitapların ezberini, gece vakitlerinde üç ayda bir hafızasında tekrar ederdi…
Bir Rüya
Üstad, Van’da bulunduğu esnada bir rüya görmüştü. Kendisi rüyasını şu şekilde anlatıyor: "Eski Harb-i Umumîden evvel bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: 'Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir. O hem Rahîmdir, hem Hakîmdir.' Birden, o hâlette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor ki: 'İ'cazı Kur'an'ı beyan et.' Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılâptan sonra kuran etrafındaki surlar kırılacak Doğrudan doğruya Kur'an kendi kendini müdafaa edecek. Kur'an'a hücüm edilecek, İcazı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu icazın bir nevini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak ve namzet olduğumu anladım."[2]
Aynı zamanda bu rüyanın üzerinden çok geçmemişti ki, Tahir Paşa bir gazetedeki şu haberi ona gösterdi: İngiliz Meclisi Mebusan'ında Müstemlekat Nazırı, eline aldığı Kur'an-ı göstererek söylediği bir nutukta şöyle diyordu: "Bu Kur'ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'ân'ı onların elinden kaldırmalıyız yahut Müslümanları Kur'ân'dan soğutmalıyız." İslam’ın ve hakikatlerinin karşısında şiddetli derecede hassas olan Üstad bu haberle şimşek gibi parladı ve çağa adını kazıyacak İslam Hakikatinin Mücahidleri arasında yer alacak ve dönemin ihtiyacına göre nesil meydana getirecek kararlar alıyordu… Duyguları ve bütün hisleri uyanık; dini ve fenni ilim, irfan, cesaret ve şecaat gibi özelliklere sahip olan Bediüzzaman, bu haber üzerine: "Kur'ân'ın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya ispat edeceğim ve göstereceğim!" der ve onu yerinde durdurmayan imanıyla harekete geçer!
Said Nursi ve Medresetü’z Zehra Projesi
Bu azimle, eskiden beri hayalini kurduğu "Medresetü'z-Zehra" projesinin artık gerçekleşmesinin zamanı geldiğini düşünüyordu. Bu devasa projenin hayata geçmesi için Tahir Paşa ile yaptığı görüşmeler sonucunda, resmi makamların yardımı için 1907' de, otuz yaşlarında bulunuyorken İstanbul'a gitti. Sistemin eğitim sorununu eleştirel bir şekilde dile getiren ve bu konudaki görüşlerini çekinmeden açıkça beyan eden Said Nursi devlet erkânının dikkatini çekecektir. Eğitimde gördüğü eksiklik ve yanlışlıkları ardından olması gerekenler hakkındaki projesini, fikirlerini içeren dilekçesini Saray'a sundu.
Bir yandan Said Nursi’ye bazı âlimlerin hasımca tavır takınmaları ve bir yandan da özgürlüklerin, hürriyetin kısıtlandığı bir dönemde, Bediüzzaman'ın mevcut eğitim politikalarını eleştiren cesaretli ve korkusuz konuşmaları, Saray'ın dikkatini çekip, sıkı gözetim altına alınmıştı. Bir süre sonra, "Her soruya cevap veren ve Saray'a karşı böyle pervasız olup, eleştiriler getiren bir adam, olsa olsa deli olabilir." denilerek, Said Nursi akıl hastanesine sevk edildi… Bediüzzaman, doktora buraya neden gönderildiğini anlatır ve büyük bir deha ile karşılaştığını fark eden doktor: "Şimdiye kadar İstanbul'a gelenlerin içerisinde zekâ ve fetanetçe (aşırı zeki) böyle bir nadire-i cihan bulunmuş değildir” şeklinde bir rapor hazırlayıp ve Saraya gönderir. Bu raporu alan ve daha önce İkinci Abdülhamid'e Üstad hakkında iftiralarda dolu, yalan yanlış bilgiler vererek, onu yanıltan Saray paşaları telaşa düşerler ve bir an önce onu İstanbul'dan uzaklaştırmanın yollarını ararlar. Ve kendilerinde ilk tedbir olarak hemen bir hapishaneye naklettirirler…
Yolundan Dönmesi İçin Yapılan Teklifler
Fikirlerinden vazgeçmesi için Said Nursi’ye rüşvet teklif ederler o bunlara cevap olarak: "Ben maaş dilencisi değilim. Kendim için değil, milletim için geldim. Hem de bunu bana teklif etmek, rüşvet ve susma payıdır. Benim şahsi menfaatimi neden milletin genel menfaatine tercih ediyorsunuz?" der.
Rüşvetin yolundan dönmeyen bu adama fayda vermeyeceğini anlayan paşalar:
"Nasıl ve hangi cesaretle Padişah'ın teklifini reddediyorsun, sonun çok vahim olacaktır."
Diyerek tehdit yoluna girerler. Bediüzzaman cevap olarak:
"Reddediyorum, ta ki Padişah beni çağırsın da gerçekleri söyleyeyim. Hem, idam olunsam, bir milletin kalbinde yer edeceğim..." Diyerek bu tehdide beş para önem vermez ve güçlü imanı, kıvrak zekası ile esas tehdidi “eğer idam olunsam bir milletin kalbinde yer ederim” diyerek onların istemediği durumu anlatıp kendisi yapar…
Said Nursi ve 31 Mart Olayı
31 Mart Olayı sıralarında İstanbul’da bulunmuş ve dönemin siyasi, sosyal ve kültürel olaylarıyla ilgilenmiştir. Gelişen olaylara yazılı ya da sözlü olarak yorumlar getirerek tartışmalara katılmıştır. Özellikle olayın merkezinde yer alan Volkan gazetesine de zaman zaman yazı vermesi ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin çeşitli faaliyetlerine katılması gibi bir takım özellikler onun isyanla ilişkisini çözümlemeyi daha da zorlaştırmış; ciddi bir belge çalışması yapmayan ideolojik çalışmaların kolayca malzemesi olmasına olanak sağlamıştır. Resmi tarih tezleriyle ele alınan birçok çalışmada 31 Mart Olayı’na katıldığı ve isyanı çıkaranlardan olduğu anlatılmış; ayrıca 31 Mart çeşitli boyutları gözlerden uzak tutularak, sadece bir “irtica” hareketi olarak yorumlanmıştı. Olaya yüklenen bu siyasi özelliğin doğal bir sonucu olarak, olayın aktörleri ya göklere çıkarılmış ya da yerilmiştir.
Said Nursi ise 31 Mart Olayı’nın çok nedenli olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Ona göre, ihtilali hazırlayan huzursuzlukların kaynağı;
- İttihad ve Terakki Partisinin istibdat ve baskısı,
- Fırkaların tartışma konusu olan bakanların değişmesi,
- Abdülhamid’in tahttan düşürülmesi,
- Askerlerin hislerine ve dini hassasiyetlerine muhalif durumları önlemek,
- Hasan Fehmi Beyin katillerini bulmak,
- Kadro haricine çıkanları mağdur etmemek ve
- Meşrutiyetin ilanından sonra hürriyet adına asayişi ihlal eden ve ahlaksızlığı yaygınlaştıran tavırlara engel olmak gibi durumlardır…
İstanbul’da artık asayişin bozulması, can güvenliğinin kalmaması, dükkânların talan edilmesi gibi sıkıntılı vaziyete rağmen, bazı fedakârlar Meşrutiyetin müdafaa ve muhafazası için elden geldiği kadar çalışmışlar ve hatta neşriyat yapmışlardır. Said Nursi de bunlardan birisidir. Bediüzzaman, bu dönemde, huzursuzlukları gidermek, askerlerin zabitlerine karşı itaatini sağlamak için yazılar yazıyor, onlara hitaben konuşmalar yapıyordu. Beyazıt’ta talebelerinin mitinglerinde, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosunda heyecan veren konuşmalar yapmıştır. İstanbul’da bütün bu gelişmeler olurken, Üstad olayın mahiyetini anlamaya çalışıyordu. Bir süre dışarıdan izledi. Yedi renk süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, sadece “lafz-ı şeriat”ın göründüğüne şahit oldu. Bunun üzerine, isyanı nasihatle önlemek istedi; ancak, olayın boyutları çok büyük olduğu için nasihatin yetersiz kalacağından dolayı, oradan uzaklaşarak Bakırköy’e gitti. Rastladığı tanıdıklarına da bu olaya karışmamalarını tavsiye ediyordu. İsyan bölgesinden uzaklaşmasının nedeni kendisinin ortalıkta görünmek istememesiydi. Çünkü çevrede görünmesi halinde, isyanı desteklediği yönünde yanlış bir kanı ortaya çıkacak ve yeni iştirakler olacaktı.
Ayrıca isyana karıştığını iddia edenlere karşı; şayet isyana karışmış olsaydı, tanınmış bir kişi olmasından dolayı, kendisini gizlemesinin mümkün olmayacağını, dolayısıyla da olaya karışmasının herkes tarafından bilineceğini söyler. Şayet isyana karışmış olsaydı, Hareket Ordusuyla mücadele edeceğini ve o yolda öleceğini ve dahlinin bedihi olacağını belirtir.[3] Bu bilgilerden net bir şekilde anlaşıldığı gibi, isyanın gidişini izlemiş, tasvip etmediği için katılmamıştır…
Said Nursi ve Birinci Dünya Savaşı
1914 yılı yaklaşırken, savaşın eşiğindeyken Bediüzzaman Said Nursi talebelerine sık sık, büyük bir felaketin gelmekte olduğunu hissettiğini söylüyordu. Hasan Basri Hazretlerinin dediği gibi: “Alim; fitneyi gelirken, cahil ise giderken fark eder.” İlmin yanında talebelerine saldırı anında cihad şuurunu da veren Bediüzzaman medresesini adeta bir kışlaya çevirmek üzere bolca mavzer ve tüfek aldırıyordu. Sık sık talebelerine silah eğitimi de veren Said Nursi, kısa bir sürede, uzaktaki bir yumurtayı nişan alıp vuracak duruma getirir onları. Birinci Dünya Savaşı'nın ilan edilmesi ile beraber, Üstad, hem yeğeni ve hem de talebesi olan Molla Habib ile birlikte, gönüllü alay vaizi yazılarak Erzurum cephesine gönderildiler. Bediüzzaman kısa bir süre içerisinde Enver Paşa tarafından milis alayı komutanı unvanı ile resmi olarak görevlendirilir. Talebelerinin büyük çoğunluğu şehit düşen, Gönüllü Alay Komutanı Saidi Nursi, savaş sırasında büyük başarılara imza atar ve iki sene sonra, Mart 1916'da Bitlis'te Ruslara esir düşer. Bitlis’te esir düşen Saidi Nursi, Tiflis'te tedavi edildikten sonra Kosturma'daki esir kampına götürülür. Orada yaşanan bir olay vardır ki Bediüzzaman hiç kimseye anlatmaz. Ta ki olay Ehli-i Sünnet gazetesinde yayınlanana kadar.
Esir kampında Bediüzzaman ile Rus komutan arasında geçen konuşmanın yer aldığı gazete haberi talebesi Hüsrev'in notu ile birlikte Şualar'da yayınlanır: Ehl-i Sünnet gazetesi sahibi avukat bir kimsenin makalesidir.
“Ben Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya’ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü’nün Nangün adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman’ın önünden geçen Nikola Nikolaviç’e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Başkumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahane ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü defasında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhavere geçiyor:
“Beni tanımadılar mı?”
“Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çarın dayısıdır, Kafkas Cephesi Başkumandanıdır.”
“O halde ne için hakaret ettiler?”
“Hayır, affetsinler, ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım.”
“Mukaddesat ne emrediyormuş?”
“Ben Müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim.”
“Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve Çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harp kurulunda isticvab edilsin.”
Bu emir üzerine divan-ı harp kuruluyor. Karargâhdaki Türk, Alman ve Avusturya zâbitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman’a rica ederek Başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevap bu oluyor:
“Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resulullaha varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem.”
Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus Çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetâretle, “Müsaade ediniz, on beş dakika vazifemi îfa edeyim” diye abdest alıp iki rekat namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:
“Beni affediniz. Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini îfa ediyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden (salihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz.”
Bütün Müslümanlar için şâyân-ı misal olan bu salâbet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu.
Abdurrahim
NOT: Gazetenin bu fıkrasının yazılmasını Üstadımız emretmedikleri halde, hem çok merakaver, hem çok ibret, hem çok heyecan verici olmasından buraya yazılmıştır.
Hüsrev”
İki buçuk sene esaret ve savaş hayatından sonra burada esir kalır, Rusya'daki rejim kargaşasından da istifade ederek firar eder.
Said Nursi ve Mustafa Kemal Arasında Geçen Konuşma
Cephede aktif olarak göstermiş olduğu mücadeleyi ve kahramanlıklarını Ankara'dan takip eden yeni Meclis ve Ankara hükümeti onu takdirle karşılamış ve ardından da Mustafa Kemal başta olmak üzere bir grup milletvekilinin isteği doğrultusunda kendisine telgraflar çekilerek Ankara'ya davet etmişlerdir. Bu daveti olumsuz şekilde yanıtlamış ve görüşmek istemediğini beyan etse de daha sonra eski dostu Tahsin Paşa'nın yoğun ısrarı üzerine 1922'de Ankara'ya gelmiştir.
Ankara’ya gelişiyle bir taraftan Meclis çalışmalarına katılan Üstad diğer taraftan da milletvekilleri ile özellikle dini konularda münazaralarda bulunur. Kısa bir sürede milletvekillerinin ve meclisin halini anlayan Bediüzzaman, özellikle mebusların namaz konusundaki ilgisizliği dikkatini çeker ve bunun üzerine “Din nasihattir” düşüncesiyle bir beyanname kaleme alarak vekillere dağıtır. Bu beyanname ile davetinin ve nasihatinin meyvesi kendisini göstermiş ve altmış kadar milletvekili namaza başladığı için, küçük olan mescit daha büyük bir yere taşınmıştır.
Kazım Karabekir Paşa, Bediüzzaman'ın milletvekillerine dağıttığı bu beyannameyi Mustafa Kemal'e okur. Kısa bir süre sonra da elli altmış kadar milletvekilinin de bulunduğu bir ortamda Mustafa Kemal ile Said Nursi arasında bir tartışma yaşanır.
Mustafa Kemal, kızarak;
"Biz senin yüksek fikirlerinden faydalanmak için buraya çağırdık, sen ise gelip, namaza dair şeyler yazarak aramıza ihtilaf soktun."
der. Bunun üzerine Bediüzzaman Said Nursi hiddete gelir ve iki parmağını Mustafa Kemal'e uzatarak, yüksek bir ses tonu ile şöyle cevap verir:
"Paşa Paşa! İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır, namaz kılmayan haindir, hainin hükmü ise merduttur."
Bediüzzaman'ın bu cevabı üzerine, bazı milletvekilleri kendisi için endişeye kapılırlar. Ancak beklediklerinin tam aksine olarak, Mustafa Kemal, kızgınlığını bastırmış bir ses tonu ile sözüne açıklama getirmeye çalışarak, geri adım atar. Said Nursi, Mustafa Kemal’in islam dinine olan lakaydlığından dolayı da kendisini şiddetle tenkit eder. İşte bu fikir ayrılıkları sebebiyle Bediüzzaman, istediği zemini bulamaz ve milletvekillerinin tüm ısrarlarına rağmen Ankara'dan ayrılır. Saidi Nursi’nin bu mesajları ve nüfuzu, hükümeti rahatsız eder ve endişelendirir. Bediüzzamanı kayıt altına almak için tedbirler alınır. Bu tedbirler gereği Bediüzzaman için sonu gelmeyen bir sürgün hayatı başlar. Bu hayatın içinde tek bir renk vardır; ızdırap, çile, hapis, zindan, mahkeme, zehirlenme ve nihayet mezarında dahi rahat bırakılmamak…
Bediüzzaman Ankara'daki bu çalışmaları sırasında yeni rejimin önde gelen isimlerinin bambaşka bir yolda olduklarını ve siyasi faaliyetlerle onları yollarından çevirmenin mümkün olmadığını fark etmiş ve Ankara’dan ayrılarak mücadelesini çok farklı bir metotla sürdürmeye karar vermiştir. Çünkü İslami olmayan bir sistem içerisinde meclise girerek bu yanlışın giderilemeyeceğini, ülkenin İslamsızlaştırma projesinin önüne bu şekilde geçemeyeceğini anlamıştı. Faaliyet ve mücadelesine; imanı yanan gönüllere iman tohumu atmakla, dinsizlik projesi karşısında İslam’ın güneş kadar aydınlık hakikatlerini anlatmakla, neşretmekle devam edecektir…
Said Nursi'nin Esaret Ve Sürgün Hayatı
Tarihler 17 Nisan 1923'ü gösteriyor. Bu tarih Said Nursi’nin Van’a gidiş biletin tarihidir. En önemli özelliği ise yalnızca bir bilet tarihi olmayıp Said Nursi için de Eski Said'i yeni Said'e götüren bir tarihtir… Bura gelişiyle bir kenara çekilip ilimle meşgul olmak ve talebe yetiştirmek isteyen Bediüzzaman Said Nursi, burada ziyaretçileri tarafından adeta istila edilmeye başladı. Bu nedenle havalar ısınır ısınmaz, birkaç talebesini alıp Erek dağına çıktı ve oradaki bir harabede zühd hayatını devam ettirmeye çalıştı.
Eskiden beri kendisini tanıyanlar Bediüzzaman'da ciddi bir değişiklik olduğunu görüyorlardı. Başta kıyafeti olmak üzere, ders verme metodundan, derslerin içeriğine kadar her şey değişmişti. Bütün mesaisini iman hakikatlerine yoğunlaştırmıştı.[4]
Bediüzzaman, insanlardan uzak, Erek dağında maneviyatını kuvvetlendirmek, zühd hayatı içerisinde tefekkür âleminde olmak üzere tam bir inziva hayatı geçirirken, Ankara'da ise yeni rejim artık şekillenmeye başlamış ve akıl almaz derecede gayr-i İslami icraatları her taraftan duyuluyordu. Bu yeni rejimi kabullenmeyen âlimler, Müslüman kitleler “dinimiz, namusumuz elden gidiyor” endişesiyle kendilerince bir çözüm arıyorlardı.
Ülkede gün geçtikçe gergin bir hava esiyordu. Hükümete karşı kıyam etmeyi düşünen Şeyh Said[5], Said Nursi'nin halk üzerindeki ağırlığını bildiğinden kendisiyle hareket etmesini istiyordu. Bunun için de Şeyh Said bizzat kendisi bir mektup yazmış ve yardım etmesiyle başarılı olacağını anlatmıştır. Bediüzzaman ise bunun olumsuz bazı neticelerini düşünerek bunu reddetmiştir
Yaşanan iç karışıklıklarda bir rolünün olmamasına ve yatıştırıcı bir konumda olmasına rağmen Doğu'daki nüfuzlu aileleri Batı Anadolu'ya sürgüne gönderen hükümet, onu da inzivada bulunduğu Erek dağından alarak sürgüne gönderdi. Bir iki sene sonra, kendisi ile birlikte sürgüne gönderilenler serbest bırakılıp memleketlerine dönmelerine rağmen, Bediüzzaman 1960'ta vefatına kadar serbest bırakılmayarak, sürgün, hapishane, esaret, hayatı yaşadı.
1926 yılının şiddetli bir kış mevsimine rastlayan ramazan ayında, kızaklara bindirilerek, Trabzon'a, oradan deniz yolu ile İstanbul'a götürülerek burada yirmi gün kadar sürecek bir sorgulanmaya tabi tutuldu.
Yaşadığı esaret ve sürgünleri yine aynı doğrultuda bu zulüm, esaret ve sürgün günlerinde zorluklarla kaleme aldığı eserleri sıralayacak olursak şu şekilde aktarabiliriz:
1926:
- Van’dan alınarak mecburî ikamete tâbi tutulmak üzere Burdur’a gönderildi.
- Nur’un İlk Kapısı’nı yazdı.
1927
- Önce Burdur’dan Isparta’ya gönderildi, sonra da Isparta’nın Barla köyünde mecburî ikamete tâbi tutuldu.
- Risale-i Nur Külliyatı’nın telifine başladı.
- Onuncu, Birinci, İkinci, Üçüncü, Dördüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu, Yirminci, Yirmi Birinci, Yirmi İkinci, On Sekizinci ve Yirmi Beşinci Sözleri yazdı.
1934
- Barla’daki ikametine son verilerek Isparta’ya getirildi.
- Yirmi Dokuzuncu Mektubun Birinci Kısmı ile Onuncu, On İkinci, On Dördüncü, On Altıncı, On Sekizinci,
- Yirminci, Yirmi Birinci, Yirmi İkinci, Yirmi Dördüncü, Yirmi Beşinci ve Yirmi Altıncı Lem’aları yazdı.
İktisat Risalesi, Hastalar Risalesi ve İhtiyarlar Risalesini yazdı.
1935
- Talebeleri ile birlikte tutuklanarak Eskişehir Hapishanesine getirildi.
- Yirmi Yedinci, Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Lem’aları yazdı.
1936
- Kastamonu’ya sürgün edildi.
- Birinci ve İkinci Şuayı yazdı.
- Kastamonu Lâhikasını yazdı
1943
- Kastamonu’dan Isparta’ya sevk edildi.
- Isparta’da sorgulamadan sonra 126 talebesiyle Denizli Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi.
- On Birinci ve On Üçüncü Şuaları yazdı.
1944
- Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, talebeleriyle birlikte beraatına karar verdi.
- Denizli’den Emirdağ’a sürgün edildi.
- Temyiz Mahkemesi beraat kararını onayladı. On İkinci Şuaı yazdı.
1947
- Risale-i Nur’lar ilk defa Avrupa ülkeleri ve ABD’ye gönderildi.
1948
- Talebeleri ile Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi.
- On Dördüncü Şuaı yazdı.
1949
- Afyon’da talebeleriyle beraber tevkif edildi.
- Afyon Hapishanesinden tahliye oldu.
- Emirdağ’a gitti. On Beşinci Şuaı yazdı.
1951
- Hristiyan âleminin bir nevi ruhanî lideri olan Papa’ya Zülfikâr kitabı gönderildi.
- Şapka Kanununa muhalefet gerekçesiyle Emirdağ’da mahkemeye verildi.
1952
- Gençlik Rehberi Mahkemesinden dolayı İstanbul’a gitti.
- Emirdağ’a döndü.
- Afyon Mahkemesi duruşmasına katıldı.
- Samsun’da Büyük Cihad gazetesinin yayını sebebiyle dava açıldı.
- İngiliz asıllı müsteşrik bir yabancı, seb’a semavat hakkında yedi günlük bir konferans vermeye başladı. Fakat *Bediüzzaman’ın cevabı ve Nur Talebelerinin faaliyetleriyle konferansı ikinci günü Türkiye’yi terk etti.
Said Nursi'nin Ölümü
Artık seksen iki yaşında olan Said Nursi Ramazan ayı geldiğinde ağır hastalığa tutulmuştu. Yanındaki talebelerine Urfa'ya gitmek istediğini bildirdi. 20 Mart'ta yağmurlu bir havada yapacağı bu yolculuk, Üstad’ın son yolculuğuydu. Fakat onu hasta halinde bile rahat bırakmayanlar Urfa’da kaldığı otele polis ekibi gönderip ve derhal Isparta'ya dönmesi emrini tebliğ ettirdiler. Bunu duyan halk otelin önüne toplandı. Polis ısrarla Bediüzzaman ve yanındaki talebelerinin Urfa'dan ayrılmasını istiyordu. Bu baskı sürerken Bediüzzaman 23 Mart 1960 günü 27 numaralı odada, sabaha karşı ruhunu Halık-ı Rahman’a teslim etti… Hayatı boyunca İslam davası uğrunda, İslam’ın hakikatlerinin çağa sunulması yolunda dayanılması güç acılara ve baskılara maruz kalmasına rağmen, mücadelesiyle bir destan yazmış ve arkasında miras olarak altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur talebesini bırakmıştır…
Hayatta iken onun varlığını istemeyenler, vefatından sonra da onu rahat bırakmamışlardı Millî Birlik Komitesi hükümeti Said Nursi’nin kabrinin nakledilmesine karar verdi. Hükümet Bediüzzaman'ın Konya'da yaşayan kardeşi Abdülmecit Nursi'den tehdit ile bir nakil dilekçesi alarak, bir gece vakti Urfa'daki mezarını kırdırarak açtırdı. Öncü Şahsiyetlerimizden olan Bediüzzaman'ın naaşını, askeri bir uçağa koyarak Afyon askeri havaalanına indirtti. Kara yolu ile yapılan uzun bir yolculuktan sonra, yerini Abdülmecit Nursi'nin de bilmediği bir mezara defnettirdi.
Said Nursi Sözleri
- “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder.’’ [6]
- “İman hem nurdur hem kuvvettir, hakiki imanı elde den adam kâinata meydan okuyabilir”
- “Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır.’’ [7]
- “Allah’ı tanıyan ve itaat eden, zindanda da olsa bahtiyardır. O’nu unutan, sarayda da olsa zindandadır, bedbahttır.’’
- ‘’Lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur.’’ [8]
- “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır”
- “Acaba şu vazife-i ubudiyet (kulluk vazifesi) neticesiz midir? Ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor?”
- “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun!
- Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır.
- “Medeniyet atmaksa iffet ve arı (utanmayı), medenidir Afrika yamyamları. “
- “Zulme rıza zulümdür; tarafdar olsa, zalim olur.” [9]
Said Nursi Kitapları
Hayatı, sözleri ve kalemi ile ümmete örnek olmuş çilekeş bir dava adamı olan Said Nursi, Mektubat, Lem'alar, Sözler gibi eserlerinin bulunduğu Risale-i Nur Külliyatı ile ardında büyük bir sadaka-i cariye bırakmıştır. said nursinin sürgünden sürgüne sürüklendiği yıllarda zorluklar altında kaleme aldığı kitaplarının içeriği ise şu şekildedir:
Bediüzzaman'ın Risale i Nur Külliyatı
- Sözler
- Mektubat
- Lem’alar
- Şualar
- Tarihçe-i Hayat
- Barla Lahikası
- Kastamonu Lahikası
- Emirdağ Lahikası
- İşaratü-l i’caz
- Mesnevi-İ Nuriye
- Sikke-i Tasdik-i Gaybi
- Asay-i Musa
- Zülfikar
- Sirac-cün Nur
- Tılsımlar
- İman Ve Küfür Muvazeneleri
Eski Said Dönemi Eserleri
- Asar-ı Bediiyye
- Kızıl İcaz ve Talikat
- Rumuzat-ı Semaniye
- Muhakemat
- Münazarat
- Hutbe-i Şamiye
- İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi
Said Nursi Şiirleri
- Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname
- Eddai
- Mücahid Bir Hayvan Mersiyesi
Risale i Nur Mektubat Kitabından Alıntılar
Mektubat kitabında; Allah'ın birliğinden peygamberliğe dek iman hakikatlerini, Allah'ın Güzel İsimlerini ve Peygamber Efendimiz(s.a.v)'in mucizelerini anlatmıştır.
- "Sizin herşey’iniz muhafaza ediliyor. Her ameliniz yazılmıştır." Said Nursi, Mektubat – 227
- "Nasihat istersen, ölüm yeter." Said Nursi, Mektubat – 282
- "Dost istersen Allah yeter. Evet o dost ise, herşey dosttur." Said Nursi, Mektubat – 282
- Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Said Nursi, Mektubat – 388
- Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış. Said Nursi, Mektubat – 286
Risale i Nur Lem'alar Kitabından Alıntılar
Lem'alar kitabında; Allah'ın varlığının kesin ispatı, Peygamberimizin yaşayışıyla gösterdiği örnek yolu, hastalara şifa verecek tesellileri, iman kardeşliğini güçlendiren önemli mesajları, günahların psikolojik tahlili ve günahlardan kurtuluş yollarını anlatmıştır.
- Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Said Nursi, Lem’alar – 152
- İşlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Said Nursi, Lem’alar – 8
- Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Eğer o razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Said Nursi, Lem’alar -160
- Madem her vakit ecel gelebilir; eğer insanı gaflet içinde yakalasa, ebedî hayatına çok zarar verebilir. Said Nursi, Lem’alar – 212
- Madem iman gibi hadsiz derecede kıymetdar bir nimet bizde vardır; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Said Nursi, Lem’alar – 238
Risale i Nur Sözler Kitabından Alıntılar
Sözler kitabında; İnsanın neden ibadete muhtaç olduğunu, öldükten sonra dirilişi, kaderi, kainatın niçin yaratıldığını, Allah'ın bize herşeyden daha yakın olduğunu, peygamber mucizelerinin insanların bilimsel icatlarına nasıl işaret ettiğini ve Kur'an'ın mucize olduğunu anlatmaktadır.
- Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum. Sözler -5
- Ölümün hakikatını gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler. Sözler – 31
- Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider. Sözler – 273
- Semanın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Sözler – 60
- Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder. Sözler – 170
Resimli Bediüzzaman Sözleri
[1]Said Nursi, Entelektüel Biyografisi, s 28
[2]Said Nursi, Mektubat, Söz Basım, s.518
[3]Said Nursi, Divan-ı Harbi Örfi, s. 32
[4]Şahiner, Son Şahitler, Abdullah Ekinci maddesi, c.1, s.110
[5] Şeyh Said, Kurtuluş Savaşı’nda Allah’ın açık yardımından sonra Rablerinin hükümlerine sırtını dönenlerin ve kendileriyle savaştıklarının kanunlarına tâbi olanların dayatmalarına isyan değil kıyam ediyordu.
Ülkenin hızla İslam'dan ve Kur'an'ın hükümlerinden uzaklaşmasına dayanamayarak, yapılan gayrı İslami yeniliklere tepki gösterdi, hayatını bu mücadeleye adadı. Allah'ın kanunlarının terk edilip, İtalya, Almanya, Avustralya gibi ülkelerden kanunlar getirilmesinden, kılık kıyafetlerin değiştirilmesine kadar birçok hususta mücadele verdi.
[6] Sözler, Yirmi Üçüncü Söz
[7] Mektubat
[8] Barla Lâhikası 144
[9] Kastamonu Lahikası – 207