İslam Davası Nedir?
21. yüzyıl Müslümanlarının unuttuğu, bütün peygamberlerin mücadelesi olan İslam davası nedir? Bugün bu meseleyi nasıl anlamalıyız?
İnsan bu dünyaya imtihan ve mücadele için gönderilmiştir. Alemlerin Rabbi insana bu gerçeği seçmiş olduğu elçiler aracılığıyla sürekli olarak hatırlatmıştır. Peygamber aracılığıyla gönderilen öğretinin (dinin) ana esasları (akidesi) ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem’den bu yana değişikliğe uğramamış, uygulamada (şeriatte) ise o günkü toplumun yapısı ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak bazı değişikliklere gidilmiştir.
Allah’ın sonsuz ilmi ve kudreti ile gönderdiği bu dinin ana gayesi, insanın hem dünyada hem de bu hayatın sonunda varacağı ahirette huzurlu olmasıdır. Dolayısıyla bu din, fertlerin ve toplumun maslahatını istemektedir. Ancak tarih boyunca peygamberlerin getirdiği bu dine tabi olanlar olduğu gibi, bu dine ve hükümlerine karşı çıkanlar da olmuştur. İnsanlık tarihi her iki kesimin mücadelesine sahne olmuş, bu durum günümüze kadar hak-bâtıl mücadelesi olarak gelmiştir. Peygamberlerin safında olup hakkı savunanlar, bâtılın temsilcilerine karşı daima sayıca az olmuşlar ancak mücadele azimlerini hiçbir zaman kaybetmemişlerdir.
Yeryüzünde süregelen bu mücadelenin asıl sebebi, insanın hayatına onu yaratan Allah’ın karışıp karışmayacağı noktasında şekillenmektedir. Hak davanın temsilcileri, insanı yaratan, her şeyi bilen, sonsuz ilim ve hikmet sahibi, kâinatı sevk ve idare eden Allah Celle Celaluhu’nun, insanın hayatını da mükemmel bir şekilde dizayn edeceğini, hakiki manada kurtuluşun O’na ve hükümlerine teslim olmakla mümkün olacağını söylemektedirler. Buna mukabil bâtılın temsilcileri, Allah’ın hükümranlık hakkını gasp ederek kendi saltanatlarını ikame etmekte, kendi mutlulukları için tüm insanlığı felakete sürüklemektedirler. Saltanatlarının bekası için insanlara yapmayacakları zulüm yoktur. Dünyada alabildiğince yaşayıp her türlü zulmü insanlara reva görmek istiyorlar. İslam, böylesi düzenlerle ve anlayışla mücadeleyi emrederek, Allah’ın gasp edilen hükümranlık hakkını O’na tevdi etmeyi, böylelikle topluma huzur, düzen ve adalet getirmeyi istemektedir. Çünkü Allah, göklerin de yeryüzünün de hâkimidir. O’nun hâkimiyeti göklere, yerlere, bitkilere, hayvanlara kısacası tüm kâinata nasıl bir düzen ve denge getirdiyse, insanın da hayatına (eğer bu nizama tabi olursa) intizam getirecektir. Ruhlar aleminde söz verdiğimiz gibi (1), yeryüzünde Allah’ı Rab olarak kabul etmek, O’nun razı olduğu şekilde kulluğumuzu ortaya koymak, O’nun emir ve yasakları çerçevesinde bir medeniyet meydana getirmekle yükümlüyüz. Hiçbir meselede başıboş olmadığımızı, yaşadığımız bu hayatın bir hesabı olduğunu bilerek kulluk bilinci içinde bir ömür sürmeliyiz.
İslam’ın dava anlayışı fertten daha ziyade topluma dönüktür. Elbette ki Müslüman fert önce İslam’ı kendi hayatına hâkim kılacaktır ancak görevi burada bitmemektedir. İçinde bulunduğu toplumdan (en yakın çevresinden başlayarak) mesul olduğunu bilmelidir. En büyük hedefin “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din (düzen, hâkimiyet) Allah’ın oluncaya kadar onlarla mücadele” (2) olması Müslüman’ın davasının zorluğunu anlatmak için yeterlidir. Gösterilen bu büyük hedef, uzun soluklu bir mücadeleyi ve türlü engelleri aşmayı göze almayı gerektirmektedir. Müslüman, bu uğurda Allah’ın kendisine verdiği her nimeti (mal, can, zaman) sermaye yapacak, tevekkül ve teslimiyetle bu uzun soluklu mücadeleye girişecektir. Tarih boyunca Müslümanlar en kıymetli şeylerini bu dava için feda ettiler ve nice şehitler verdiler. Bu anlamda İslam davası yeryüzünün en kadim ve köklü davasıdır. Bugünlere de kolaylıkla gelmemiştir. Nemrut’un karşısında İbrahim, Firavunun karşısında Musa olmak, şirkin en koyu karanlığındaki Mekke’de Tevhid sancağını dalgalandırmak hiç de kolay olmamıştır. Onlardan miras alınan bu mücadeleyi kıyamete dek sürdürmek her devrin Müslümanlarının boynunun borcudur.
İslam davası kuru bir cihangirlik davası değil, Allah’ın dinini ve hükümlerini insanlara ulaştırma, onlara tebliğ etme ve bu dini seçip seçmeme noktasında hür iradeleriyle karar verecek konuma getirme davasıdır. İnsanların meydana getirdiği beşerî sistemler dün başka bugün başka isimlerle karşımıza çıksa da sonuçta hepsi Allah’ın hükümlerini rafa kaldırıp kendilerini kanun koyucu mevkiine taşımışlardır. Elde ettikleri güçle toplumları köleleştirmişler, fıtratlarını ve yaşantılarını bozmuşlar, gidişata engel olmak isteyenlere de türlü zulümler uygulamışlardır. Güçlünün zayıfı ezdiği, insani ilişkilerin zayıfladığı, toplumun bir savaş alanı (arena) gibi görüldüğü bu sistemler de her ne kadar son dönemlerde teknolojik imkânlar artsa da gidişat insanlık açısından yıkım olmaktadır. İslam davası, bu sistemlerle mücadeleyi ve bu sistemin farkında olsun veya olmasın köleleştirdiği toplumları özgürleştirmeyi istemektedir. Çünkü İslam, insana gerçek manada değer veren, insanı sadece madden değil manen de yükselten bir dindir.
İslam toplumunda adalet ana esastır. İnsanlar, hükümler karşısında bir tarağın dişleri gibi eşit haklara sahiptir. Kimsenin kimseye ırkından, renginden, makam ve mevkiinden dolayı bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ölçüsü Allah’tan sakınma (takva) yönünden ele alınmakta ve onun da yeri kalp olduğundan kimse bir başkasına üstünlük taslamamaktadır. Dolayısıyla Allah’ın hükümlerinin olmadığı yerde adalet olmayacak, adalet olmayınca da meydan zulme ve zalime kalacaktır. Dillerin ve renklerin farklı olması Allah’ın da ayetlerindendir (3) ve insanların tanışması içindir. Bugün ulusalcılık ve ırkçılık yaygınlaşmış, bu konudaki haksız uygulamalar toplumda kardeşliğin bitmesine, kavgaların artmasına sebep olmuştur. İslam davası bunlar için değil Allah’ın kelimesini (Tevhidi) yüceltmek için mücadeleyi uygun görür, ırkı, rengi, kabilesi veya kahramanlık göstergesi için savaşmayı uygun görmez.
Bu tarihi mücadelede hak galip gelirse, oluşan Tevhid Medeniyeti çatısı altında akıl, din, mal, can ve nesil emniyet altına alınmış, toplumda huzur, güven ve adalet tesis edilmiş olacaktır. İnsanın yalnız Allah’a kul olduğu, süfli arzuların esiri değil de erdemli olmak için yarıştığı şahsiyetli bireylerden oluşan bu toplum, Allah’ın razı olduğu İslam toplumudur.
Sonuç olarak insan bu dünyaya imtihan ve mücadele için geldiğinin bilincinde olmalıdır. Bu hayatın sonunda Allah’a hesap vereceğini bilen insanın yapması gereken şey, hak-bâtıl mücadelesinde hak davanın müntesiplerinden olmaktır. Kadim İslam davasını yüklenmekle yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunun şuurunda olmaya devam edecek, hayatı anlam kazanacak, kendisi de izzet dolu bir hayat yaşamış olacaktır.
Kaynaklar
- Â’raf, 172.
- Enfal, 39.
- Rum, 22.